Devlet Olma Niteliği Tartışılıyor: Türkiye Neyi Kaybediyor?

Türkiye Cumhuriyeti, tarihin en zorlu dönemlerinden birinde doğmuş, savaş meydanlarında şekillenmiş, Lozan’la hukuki meşruiyetini tüm dünyaya ilan etmiş bir devlettir. Bu devlet, sadece bir coğrafyaya değil, bağımsızlık ve egemenlik ülküsüne kurulmuştur. Ancak bugün, devlet geleneğimizin köklerinden ne kadar uzaklaştığımızı görmek, hepimiz için acı bir gerçektir.
Devlet olmanın anlamı sadece sınır çizmek, nüfus saymak ya da seçim yapmak değildir. Devlet, aynı zamanda egemenliğin ve kamu otoritesinin yegâne temsilcisidir. Bugün geldiğimiz noktada, bu otoritenin sarsıldığını, devletin meşruiyetini ve ciddiyetini sorgulatan adımların atıldığını üzülerek gözlemliyoruz.
PKK gibi silahlı bir terör örgütüyle aynı masaya oturmak, bırakın siyaseti, devlet aklı açısından dahi kabul edilemez bir zaaftır. Bu tür temaslar, terörle mücadelenin değil, teröre meşruiyet kazandırmanın önünü açar. Mesele sadece “barış” veya “çözüm” adı altında süslenmiş kelimelerle açıklanamaz. Çünkü bu, şehit analarının gözyaşına, gazi evlatlarımızın fedakârlığına, milletin egemenlik hakkına hakarettir.
Lozan bir teslimiyet değil, bir direniştir. Cumhuriyet, bir saray değil, halkın iradesidir. Devletin bu temel ilkelerden sapması, yalnızca geçmişe değil, geleceğe de ihanettir. Bugün, devlet geleneğimizin ve kurumlarımızın içinin boşaltıldığını, siyasi çıkarlar uğruna değerlerimizin bir bir eritildiğini görüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden gerçek anlamda bir “devlet” haline gelmesi için, hem siyasi iradenin hem de toplumun yeniden ayağa kalkması gerekiyor. Çünkü bu devlet, masa başında değil, cephede kuruldu. Bu millet, tehditlerle değil, hürriyet aşkıyla dirildi.
Unutmayalım: Cumhuriyet yaşarsa millet yaşar. Devlet yaşarsa adalet yaşar. Ve bu ülkede asıl yaşaması gereken şey, şehitlerimizin bize emanet ettiği egemenlik hakkıdır.
Yaşasın Lozan.
Yaşasın Cumhuriyet.